1850'lerden
beri işçilerin düşü, tüm dünyayı kapsayan
ve işçi sınıfının egemen olacağı bir evrensel düzen
kurmaktı; bu davanın adına "enternasyonalizm" demişlerdi.
1917'den sonra Sovyetler Birliği'nin, daha sonra Çin ve doğu
Avrupa ülkelerinin sisteme katılması bu umudu arttırmıştı. Ama
1980'lerden sonra sosyalist sistemler çökünce, bu
düş de gündemden çıktı.
Enternasyonalizm
gündemden çıkınca globalizasyona gündoğdu. Artık
kapitalizm dünyanın her köşesine hiç bir engelle
karşılaşmadan egemenliğini yayılabilirdi: O, şimdi bir dünya
sistemi. İşte globalizasyon (ya da küreselleşme) bu yayılmanın
ve egemenliğini pekiştirmenin adı.
Dünyanın
egemenleri, dünyanın her köşesinde yatırım yapmak,
zenginlikleri sahiplenmek istiyorlar. Ulusal sınırların onlar için
engel oluşturmasını istemiyor; o ülkelerin tüm değerlerine
göz dikiyor. Ama en çok da beyin gücüne. Çünkü
kendini geliştirmek için sürekli araştırma geliştirmeye
gereksinmesi var. Yeni teknolojilere, yeni üretim tekniklerine
ve yeni bilgilere gereksinmesi var. Bunun için de en az
masrafla en çok bilgiye ulaşması gerek.
Bunu
en az harcama ve en üstün verimle yapmanın yolu, yetişmiş
nitelikli insangücünü başka ülkelerden alıp,
işlemek ve bu süreç içerisinde yeniden yeniden
seçmek. Seçildiği sürece topraklarında tutmak.
İşte göçer-beyinlere uygulanan bu; işte beyin göçünün
göç alan ülke yönünden mantıklı açıklaması
bu.
Ülkelerarasında
öğrenci değişimi yoluyla bilgi-deneyimlerin paylaşılması;
görgü-bilgi arttırma gezileri her zaman vardı. Bunun
bilinçli bir göç politikası olarak nitelenmesi
için ne gereklidir?
Her
şeyden önce, göç alan ülke kendi sınırlarını
aşarak, beyin göçü akımını düzenmeleme ve
özendirmeye başladığına tanık oluyoruz:
Yapılanların ilki ülkelerin eğitim
düzenleri ve eğitim-istihdam ilişkisindeki uyumsuzlukların
derinleştirilmesidir. Türkiye'de gerek eğitim ve gerekse
istihdam alanında bir çok uluslararası proje yapılmıştır. Hiç
kuşkusuz göç-veren ülkeye de yararı bulunan bu
projelerden, göç-alan ülkelerin sağladıkları yararın
hiç de gözardı edilmemesi gerekir. Bugün görülen
şudur:
a)
Eğitim : Türkiye'de genel eğitim ve eğitimci kalitesinde bir
düşüş vardır. Özelleşme eğilimine koşut olarak, özel
dersanelerin ağırlıklı bir sektör oluşturduğu görülmektedir.
Devletin, kendi okullarına bütçesine kısması, okulların
da öğrenci katkılarını arttırmalarına neden olmuştur; böylece,
eğitimin aileler için maliyeti gitgide yükselmektedir.
Kaldı ki, okullarda verilen eğitimin, işbulma ya da yaşamda başarılı
olmaya yetmediğini gören aileler (ve gençler), çeşitli
hazırlık kursları ya da mezuniyet sonrası programlara avuçla
para dökmeye başlamışlardır. Bütün bu aşamalar ve
harcamalara karşın, eğitim süreçlerinden süzüle
süzüle geçen gençler içerisindeki bir
bölüm öğrenci "en nitelikli işgücü
(beyin)" olabilmektedir. Onlar da gerekli yurtdışından gelen
propagandalar, gerek öğretim üyelerinin telkinleri ve
gerekse diğer itici etmenler dolayısıyla yurt dışında şanslarını
aramaya yönelmektedirler.
Bu süreçte üzerinde durulması
gereken en önemli etmenlerden biri, lise ve üniversite
düzeyinde yabancı dille öğrenim yapılmasıdır. Bir ülkede,
dünyada egemen sayılan bir dille eğitimin sürdürülmesinin,
göçü kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu açıktır.
Ama insanı geliştirici etkisi tartışmalıdır. Çünkü,
bu noktada iki olay birbirine karışmaktadır; okuduğunu anlamaya
çalışmak ile okuduğunu anlamanın ötesinde sorgulamak...
Çoğunlukla "sorgulama" yerini "kabullenmeye";
"yaratıcılık" yerini "kopyacılığa"
bırakmaktadır. Tüm dünyada olup bitenleri izleme
kolaylığına karşın, kendi ülkesinin ve kendi insanının
sorunlarına, algılarına yabancı kalınmaktadır. Bu yabancılaşma, ülke
sorunlarının aşılmasında sabır ve ikna çabalarının yerini,
öfke ve kaçışa bırakabilmektedir.
Yine üzerinde durulması gereken, üniversite
eğitim programlarında, yabancı üniversitelerle eşlemelere,
rotasyonlara ve akreditasyona gidilmesidir. Yüksek öğrenim
kurumları arasında bilgi alışverişi ve birbirlerinin işledikleri
konulardan haberdar olmak iyidir; ama bu "eşitlerin ilişkisi"
olarak gerçekleştiği ölçüde iyidir.
Akreditasyon ya da kalite sertifikalandırılması adına, farklı
kültürler ve farklı güdüleyicilerle hareket eden
yabancı kurulların etkisini (buyuruculuğunu) kabul etmek yanlıştır.
Böylesi bir kapının açılması, gelişmiş ülkelerin
gereksinmeleri (kendi eğitim sistemlerine yansıttıkları gibi)
doğrultusunda eğitimin yaygınlaşmasını sağlar. Bu "eğitimin
küreselleşmesi" olarak nitelenmektedir.
Akademik yükseltmelerde, yabancı dergilerde yayın yapma
zorunluluğu, yurt dışında belli bir süre bulunmuş olma
zorunluluğu, yalnızca akademik personeli yurt dışına yönlendirmekle
kalmamakta; aynı zamanda, bilim ortamının da yabancı bilim
çevrelerinin gereksinmesi doğrultusunda şekillenmesine olanak
vermektedir. Kendi "seçici kurulları"na
güvensizlik anlamına gelen, bu yükseltme süreci,
özgüven eksikliğine ve bilimsel yönden tahakküm
altında kalmaya da yol açmaktadır.
Bütün bu itici etmenlerden sonra, eğitim kurumlarında
insanların gelişimlerini frenleyici etmenlerin kuvvetle
hissettirilmesi, iş ortamındaki yetersizlikler ve ekonomik-sosyal
olanaksızlıklar, genç beyinlerin, kendileri için en
iyisini (ülke için olmasa da) yapmalarını kaçınılmaz
kılmaktadır. Suç kimde?
b)
Eğitim - İstihdam İlişkisi :
Eğitimin güncel istihdam gereksinmelerine göre, sık
sık biçimlendirilmesi doğru değildir. Ama en azından 10-20-30
yıllık perspektiflerde, ülkenin gereksinme duyacağı insangücünün
saptanıp, üniversitelerin eğitimlerini bu doğrultuda
yönlendirmeleri özendirilebilir. Ülkemizdeki teknik
eleman açığının çokluğuna ve KOBİ'lerde ARGE
çalışmalarına yoğun gereksinme duyulmasına karşın; lisans
eğitimleri bu gereksinmeleri karşılamaktan uzaktır. Buna karşın,
açıklar, "aktif işgücü programları" adı
altında ve AB, Dünya Bankası vb kuruluşlarının
yönlendirmeleriyle, öğretim sistemi dışında, beceri
kazandırma eğitimleri biçiminde kapatılmaya çalışılmaktadır.
Tam istihdam hedefi unutulmuştur.
c)
İstihdam :
Özellikle kamu iktisadi girişimlerinin büyük
ölçüde özelleştirilmiş olmasından ve
verimliliğinin düşürülmüş olmasından ötürü,
devletin, istihdam üzerinde müdahale gücü de
azalmıştır. Kaamu iktisadi kuruluşlarının, kamu gücünü
arkasına alarak, yaptıkları işi tam bir takım oyunuyla ve farklı
bilimsel disiplinlerden gelen uzmanlarla ortaya çıkarmaları da
istihdamın daha geniş bir yelpazede gerçekleşmesini olanaklı
kılmaktaydı.
Eğitimin
giderek paralı hale getirilmesinin yanında sosyal devletin güçsüz
düşürülmesi de, toplumsal
sorumluluk duygusu üzerinde yıpratıcıetki
yapmaktadır. Hele toplumsal sorumluluk örneklerinin, ağır
faturalar ödemeye başlaması, "toplum yararına
çalışmalarda" caydırıcı etki yapmaktadır. Sözgelimi,
toplumsal yararı yüksek, bireysel maliyeti yüksek
yatırımlar yapmaya kalkan sanayicilerin önüne konulan
engeller; yolsuzluk-erdemsizliklerle mücadele edenlerin
canlarına kastedilmesi vb
Sosyal
devletin güçsüzleştirilmesi, her ne kadar giderlerin
düşürülmesi olarak açıklanmaktaysa da,
yurttaş-devlet ilişkisindeki karşılıklı hak-yükümlülük
dengesinde de önemli dengesizliklere yol açmaktadır.
Devlet daha az vermekte; daha çok almaktadır. Az veren devlet,
sosyallik niteliğini yitirmektedir; en önemli sosyal dayanışma
aracı olması dolayısıyla, toplumdaki ulusallık ve vefa duygularını da
zedelemektedir.
Ülke
olanaklarının aşağı çekilmesi, sözgelimi laboratuvar,
uygulama alanı vb bilimsel ortamların sınırlanması ve olanaklarının
azaltılması; çalışmalarında bunlardan vazgeçemeyecek
olanları "göçmeyip de ne yapsın?!" konumuna
itmektedir. Hatta zaman zaman ülkesine dönerek mesleklerini
sürdürmeyi deneyenlerin de, sönüp gittiğine ya da
geri göç alan ülkeye dönmek zorunda kaldığına
tanık olunmaktadır. Bu da göç alan ülkede "kalıcı
bir konum" elde etmenin "ödül" olarak
algılanmasına yol açmaktadır.
Bütün
bu sosyal koşulların üzerine ekonomik koşullar da bindiğinde,
beyin göçü sıradan ve olağan bir olgu konumuna
gelmektedir. Lise öğrencilerinin bile, büyük bölümünün
gözü yurt dışında olmakta; seçimlerini bu güdü
doğrultusunda yapmaktadırlar. Bu ülkenin geleceğinin de nerede
olduğunu göstermek bakımından çok önemlidir.
*
Beyin
göçü, göç alan ülke tarafından
uygulanan bilinçli bir politika; göç veren ülke
tarafından bilinçli olarak boyun eğilen bir politikadır.
Kesinlikle göçer-beyinlerin bireyselliği ile, sözgelimi
ulusal duygularının zayıflığı ve sorumsuzluğu ile açıklanamaz.
Kaldı ki,
göç veren ülkenin tek çıkmazı bu da değildir.
Çok yönlü sorunlar yumağı içerisindedir;
çoğunlukla sorunları aşma özgüvenini de yitirmiştir.
İster göçer ister yerleşik olsun beyinlerin, ülkelerine
yapmaları gereken güçlerini birleştirmektir; çözümleri
birlikte üretmek ve yaşama geçirmeye çalışmaktır.
Çağımızda yaşanılan mekanların uzaklığı böylesi
işbirliklerini engellememektedir.